Ayağı toprağa basmayan bir çocuk gerçekten çocukluğu
yaşayamıyordur. Çocuk dediğin bina yığınları arasında yaşamaz. Gerekirse toprak yiyecek benim gibi. Çok salak
olduğum için çocukken yediğimi söyler annem. Ben hatırlamıyorum o ayrı mesele.
Benim hayatımın ilk 12 senesi; yeşillik içerisinde, ayağımın
toprağa değdiği, kar yağmadığı için(Çok iyi hatırlıyorum 1 defa yağmıştı. O kadar
az yağmıştı ki iki parmak kalınlığında bile tutmadı kar. 2,5 litrelik plastik
kola şişelerin üzerine oturarak toprak rampadan kaydığım, çam ağacından düşen
aynı bir tren vagonları gibi sıraya dizilmiş tırtıllarla oynayabildiğim(her ne
kadar çok kaşındırsalar da), istediğim zaman ağaca çıkıp dut, üzüm,
yemiş(incir), armut, ceviz, badem gibi çeşit çeşit şeyler yiyebildiğim mükemmel
bir şehirde geçti.
O kadar özlüyorum ki o zamanları anlatamam. Yukarıda söylediğim
şeyler dışında söylenebilecek çok şey var aslında. Mesela arkadaşlarımla piknik
yapardım. Kendi bahçemizde. Havuzun yanındaki yemiş ağacının altında yapardık
pikniği her zaman. Birisi evinden domat getirirdi, diğeri salatalık, diğeri
bıçak tuz, diğeri de ekmek alır gelirdi. Yine annemden gizli olarak evden alıp
getirdiğim sofra bezini yeşilliğin üzerine serer Allah ne verdiyse, biz evden
neler alıp getirebildiysek yerdik.
Çocukluğumu yaşadığım şehirden çıkana kadar dünyada “bencillik”
diye bir şeyin olduğundan habersizdim. Çünkü yaşadığım yerde öyle bir şey söz
konusu bile değildi. İstediğim zaman istediğimin komşunun evine gider, yemek
yer, evime geri dönerdim. Çok samimi bir ortam vardı. Ne bir köydü ne de bir
şehir merkezi. İkisi arasında kalmış bir yerdi. Bir yanı deniz manzarası diğer
yanı ise 10-15 katlı sitelerden oluşan bir yer.
Rahmetli Recep dedenin evinden deniz manzarası çok güzel
görünüyordu. Dedemin adım adım yürüyen bir arkadaşı vardı mesela. Bir insan
nasıl adım adım yürüyebilir? Yani sağ adımınızı attınız diyelim. Sol ayağınızı
da sağ ayağınızın yanına getirdiğinizi düşünün. Öyle yürüyordu adam. Bir kaplumbağadan
bile yavaştı sanırım.
Özellikle tasoların çıktığı zamanları çok iyi hatırlıyorum. Çok
güzeldi o zamanlar. Çünkü her zaman yeni tasolarım oluyordu. Para vermiyordum. Hem
de hiç hatırlamam yeni taso almak için Mehmet bakkala gittiğimi. Aykut idi
sanırım çocuğun adı. Kardeşi Cahit vardı. Onların ikisi alırdı yeni tasoları “öküz
gel lan seni yutayım da aklın başına gelsin” derdi ve her defasında ben
yutardım. (bazılarınız “ütmek”, “yenmek” de diyebilir buna biz “yutmak”
diyorduk)
Ha en önemli şeylerden birisini unutuyordum. Zeytin ağacını
bilenler vardır. Yapısının nasıl olduğunu falan. Bahçede çok zeytin ağacı vardı
ama bir tanesi evimizin arkasındaydı. Ağaç normal bir zeytin ağacı gibi
değildi. Yemiş ağacının hemen yanında adete ellerinin birbirlerinin omuzlarına
atıp öylece ölmeyi bekliyorlar gibiler. Bu zeytin ağacının dalında yapılmış bir
salıncağımız vardı. Mahalledeki bir çok kişi gelir sallanırdı. En çok da ben
sallanmak istediğimde ablamın ve arkadaşlarının gelip sallanmasından nefret
ederdim.
Ve o zamanlardaki bir çok kişi gibi ben de ilkokulda iken 23
Nisan’da karşımda benim yaklaşık 2 katım bir kızla şu dansı da yaptım. O gün
yağmur yağmıştı.